logo

Sitemize hoşgeldiniz.
Tarih: 10-11-2024
Saat: 21:02

Mevlana Celaleddin-i Rumi

Gel, Gel, Ne Olursan Ol Yine Gel,İster Kafir, İster Mecusi, İster Puta Tapan Ol Yine Gel,Bizim Dergahımız, Umitsizlik Dergahı Değildir,Yüz Kere Tövbeni Bozmuş Olsan Da Yine Gel.
Site Map Contacts anasayfa

Üye Panelİ

Anket

    • SİTEMİZDEN FAYDALANABİLDİNİZMİ?

      View Results

      Yükleniyor ... Yükleniyor ...
  • Etİketler

    REKLAM

    KONYA

    Bilgileriniz sistemimize kaydedilmektedir.

    page counter MEVLANA MUZESI'nin 3D Sanal Turu; Mevlana Muzesi - 3D Sanal Tur

    TAKVİM

    Kasım 2010
    P S Ç P C C P
    1234567
    891011121314
    15161718192021
    22232425262728
    2930  

    POPÜler YAZILAR

    SON YORUMLAR

    ARŞİVLER

    yazarYazar: admin | tarihTarih: 14 Kasım 2010 / 21:59

    Mektubat (مکتوبات) veya Mekatib (Farsça: مکاتیب), mektuplar anlamına gelen bu eser Mevlana‘nın dost ve akrabalarına, özelliklede Selçuklu emir ve vezirlerine nasihat için yazdığı 147 adet mektuptan oluşur. Mevlana’nın ölümünden sonra, mektuplar biraraya getirilmiş ve bu esere de Mektûbât veya Mekatib adı verilmiştir.

    Mektupların dördü Arapça diğerleri ise Farsça olarak yazılmıştır. Mektup yazma geleneği, İran ve Arap edebiyatlarında edebi bir tür olarak kullanılmasına rağmen, mektuplar edebi biçimde değil konuşma dilinde yazmıştır. Mektuplarında “kulunuz, bendeniz” gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflarla hitap etmiştir.

    Mevlâna’nın mektuplarını 1937 yılında ilk kez Prof.Dr. F. Nâfiz Uzluk yayınlamıştır. İran’da ise 1956 yılında bu eserden yararlanan Yusuf Cemşid tarafından yayınlanmıştır.

    Türkçe çevirisi, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından altı yazma nüshası değerlendirilerek karşılaştırmalı olarak tercüme edilmiş ve 1963 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır.

    yazarYazar: admin | tarihTarih: 14 Kasım 2010 / 21:58

    Mecalis-i Seb’a, Mevlana‘nın 7 vaazının bulunduğu eserdir. Aslı Türkçe olmasına rağmen daha sonra Farsça’ya çevrilmiştir. Eserde insan, Allah, varlık konuları işlenmiştir. Terim Türkçe’ye çevrildiğinde Yediler Meclisi anlamına gelir.

    Mevlana’nın yedi öğüdü şunlardır:

    1) Cömertlik ve yardım etmekte akarsu gibi ol.

    2) Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.

    3) Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol.

    4) Hiddet ve asabiyete ölü gibi ol.

    5) Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.

    6) Hoşgörülükte deniz gibi ol.

    7) Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.

    Kategori: Eserleri

    Fihi Ma-Fih

    yazarYazar: admin | tarihTarih: 14 Kasım 2010 / 21:58

    Fihi ma fih, (İng:In It What’s in It, Arapça:Fîhi Mâ Fihi) “Onun içindeki içindedir” manasına gelmektedir. Anlam karşılığı ise “ne varsa onun içinde var”, “ne varsa onda var” olarak sayılabilir. Mevlana’nın bir eseri. Bu eser Mevlânâ’nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane‘ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde Mevlana’nın düşünüşü, dünya görüşü, devrini bildirişi, din ve insanlık hakkındaki düşünüşleri, anlatılır. Cennet ve cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular işlenmiştir.

    Bu esere “fihi ma fih” isminin hangi maksatla verildiğini kesin bir tarzda söylemek doğru olmaz; fakat “içinde olması gereken şeyler buradadır” manasının kasdedilmiş olabileceği ihtimalini düşünebiliriz.

    Fihi ma fih, ilk defa Türkçeye Ahmet Avni Konuk (18681938) tarafından tercüme edilmiştir.

    Dr. Selçuk Eraydın tarafından hazırlanmış bir baskısı İz Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

    yazarYazar: admin | tarihTarih: 14 Kasım 2010 / 21:57

    Divan-ı Kebir (Büyük Divan) Mevlana Celaleddin Rumi’nin söylediği ilahi aşk şiirlerinden oluşan, 44 bin 8 yüz 34 beyitlik (rubai beyitleri ile birlikte yaklaşık 50 bin beyit) nazım bir eserdir. Mevlana’nın Âşıklar Divanım biçiminde adlandırdığı eser aynı zamanda Şems Divanı, Divan-ı Şems-i Tebrizi olarak da anılmaktadır. İslam edebiyatında divanların, şairlerinin isimleri ile anılması geleneğine ters düşen bu son adlandırma; Mevlana’nın gazellerinin sonunda kendi adı yerine (birkaç istisna dışında) her zaman Şems-i Tebrizi adını kullanmasından kaynaklanmaktadır.

    Eser, Horasan ilinin halk Farsçası ile yazılmıştır. Yek avaz gazellerden oluşur.

    Mevlana bu gazellerinde, “Şems (güneş) başta olmak üzere, bağ-bahçe, gül-bülbül, âşık-mâşûk, deniz-damla, mey-sâkî gibi sembollerle ilâhî aşkı hep ön plânda tutmakta; Mesnevî’sinde olduğu gibi Allah’a kavuşmadan gönlünün huzur bulamayacağını, ilâhî aşkı yazmada aciz kalıp kaleminin kırıldığını, bu dünyanın bir balçıktan ibaret olduğunu, çok yemenin menzile ulaşmada engel teşkil ettiğini, aşkın akla olan üstünlük ve yüceliğini, nefsin kötülüğünü, miskin miskin oturan insanların bu tembellikleriyle maksada (ilâhî aşk) ulaşamayacaklarını, gecelerin uyumakla değil de aşk ve ibadetle geçirilmesi gerektiğini”[1] vurgulayarak şiirlerini didaktik bir üslupla söylemektedir. Bazı şiirlerinde de gazelin ruhundan farklı olarak sosyal konulara girer; rüşvet yiyen kadıları eleştirir; yalancı şeyhleri, yobaz bilginleri menfaatçi ve aşağılık olarak nitelendirir; pazar yerlerinden, düğün adetlerinden, sokakta oynayan çocuklardan, zulmete direnişten, özgürlükten bahseder[1].

    yazarYazar: admin | tarihTarih: 14 Kasım 2010 / 21:55

    Mesnevî ya da Mesnevî-i Manevî (Farsça: مثنوی معنوی), Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin altı ciltlik Farsça eseri. Mesnevî, doğu klasik edebiyatında, uyakça müstakil beyitlerinin ikişer mısraı kafiyeli bir şiir tarzıdır ve muhtelif şairlerin neşrettikleri birer ‘Mesnevî’ vardır. Yalnız, Mevlânâ Celâleddin Rumî’nin çağından beri, Mesnevî dendiği zaman bu kitap olduğu anlaşılıyor.[1]

    Yazımına 656 yılından evvel başlanılan eser, Divan-ı Kebir ile birlikte Mevlânâ külliyatının ekseriyetini teşkil eder. Mevlânâ’nın “Birlik Dükkânı” addettiği Mesnevî, içinde Hint, İran, Yunan, Roma mitolojisi; Yaradılış Destanı, erenlerin kıssaları, âşık masalları, halk öyküleri barındıran; “dünya cenneti”nde insan hürriyetinin anahtarlarını ardışık öyküler içinde vermeyi gaye edinmiş bir eserdir.

    Mesnevi’yi Hüsameddin Çelebi‘nin isteği üzerine yazmıştır. Katibi Hüsameddin Çelebi’nin söylediğine göre, Mevlana, Mesnevi beyitlerini Meram’da gezerken, otururken, yürürken, hatta semâ ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin de yazarmış. Eserin yazılmaya başlanması da enteresandır. Bir gün Mevlâna’nın dostu ve halifesi Hüsâmeddin Çelebi; Hakîm Senâî’nin Hadikatü’l-Hakîka ve Ferîdüddîn-i Attâr’ın Mantıku’t-Tayr gibi eserleri­nin büyük şöhret bulduğunu, insanların bu eserleri zevkle okuduklarını, Mevlâna’nın da böyle bir eser yazması ve bu eserin hem insanlara faydalı olması, hem de Mevlâna’dan hatıra kalması arzusunu dile getirir. Mevlâna, Hüsâmeddin Çelebi’den önce bu il­hamı almıştır; sarığının kıvrımları içinden Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinin yazılı olduğu kâğıdı çıkarır, Çelebi’ye verir. Eserin yazılmasına böylece başlanır. Artık Mevlâna yolda yürürken, sema hâlindeyken, ha­mamda otururken, her an ve her durumda Mesnevî beyitlerini söylüyor; Hüsâmeddin Çelebi de yazıyor­du. Mevlâna akşam söylemeye başlıyor, gün ağarıncaya kadar devam ediyor, Çelebi de şevkle yazıyordu, ilk cilt bittikten sonra Hüsâmeddin Çele­bi’nin eşi ölür, iki yıl Mesnevî’ye ara verilir. 1264’de yazmaya yeniden başlarlar.

    Her cilt tamamlanınca Hüsameddin Çelebi, yüksek sesle Mevlâna’ya okumuş, beyitleri birlikte gözden geçi­rerek düzeltmişlerdir. Mevlâna kendisine ilham ve teşvik kay­nağı olan, bu eserin yazılmasında fedakârca hizmet eden sadık dostunu; Mesnevî’nin her cildinin ön sö­zünde derin bir samimiyetle över, onun şahsiyetindeki olgunluk ve güzelliği dile getirir, hatta altıncı cildin başında eserine Hüsâmî-nâme adını verdiğini söyler.

    Böylece yaklaşık olarak 1259–1268 tarihleri arasında yazılan Mesnevî altı ciltlik dev bir eser olur. Beyit sayısı değişik nüshalarda farklı olmasına rağ­men 25 600 civarındadır. Eser; aruz vezninin; “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” kalıbıyla kaleme alınmıştır.

    Mesnevî; çok yönlü, zengin bir eserdir. Muhtevasında; tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, tarih, tıp gibi ilimlere ait konular, zamanın örf ve âdetlerine dair bilgi ve birçok hikâye mevcuttur. Bazı hikâyeler; Kelîle ve Dimne, Ferîdüddîn-i Attâr’ın Esrâr-Nâme ve İlâhî-Nâme’si, Salebî’nin Kısasu’l-Enbiyâ’sı, Gazzâlî’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn’i, Şems’in Makâlât’ı gibi eserler­den alınmıştır. Az sayıda hikâye de halk arasında söylenilen anonim türdendir.

    Mevlâna, bu eserde; gerçek bir rehber olarak iyi ve kötü, doğru ve yanlış karşılaştırması ile sebep-sonuç ilişkisi içinde eğitici niteliğini gösterir. Bu mukayeseler; melek-şeytan, adalet-zulüm, alçak gönüllülük-kibir, doğruluk-hile ve yalan, cömertlik-cimrilik, çalışmak-tembellik, kanaat-hırs, başkalarının kusurlarıyla uğraşmak-hoşgörü, öfke/acele-sabır gibi onlarca konuya dairdir.

    Mesnevi’nin dili Farsça‘dır. Halen Mevlana Müzesi‘nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25.619 dir.

    İlk 18 beyit

    Mevlânâ tarafından bizzat yazıldığı için, Mesnevî’nin ilk on sekiz beytine Mevlevîler pek büyük bir ehemmiyet veririler.[4] Aşağıdaki, Türkçe’de Mesnevî’nin önemli şarihlerinden biri sayılan Abdülbaki Gölpınarlı‘nın tercümesiyle Mesnevî’nin Mevlevîlerce eserin bir tür özetini teşkil eden bu ilk on sekiz beytidir:

    Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor.Diyor ki: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımla erkek de ağlayıp inlemiştir, kadın da.Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim ki iştiyak derdini anlatayım ona.Aslından uzak kalan kişi, buluşma zamanını arar durur.

    Ben her toplulukta ağladım, inledim; iyi hallilerle de eş oldum, kötü hallilerle de.

    Herkes kendi zannınca dost oldu bana; İçimdeki sırlarımı ise kimse aramadı.

    Benim sırrım, feryâdımdan uzak değil; fakat gözde, kulakta o ışık yok.

    Beden candan, can da bedenden gizli değil; fakat kimseye Cânı görmeye izin yok.

    Ateştir neyin bu sesi, yel değil. Kimde bu ateş yok ise, yok olsun o kişi.

    Aşk ateşidir ki neye düştü; aşk coşkunluğudur ki şaraba düştü.

    Ney, bir dosttan ayrılana eştir, dosttur; perdeleri, perdemizi yırttı-gitti.

    Ney, kanlarla dolu bir yolun sözünü etmede; Mecnun’un aşk hikâyelerini anlatmada.

    Ney gibi bir zehri, ney gibi bir panzehri kim gördü? Ney gibi bir solukdaşı, bir iştiyak çekeni kim gördü?

    Bu aklın mahremi, akılsızdan başkası değildir; dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

    Gamımızla günler geçti, akşamlar oldu; günler yanışlarla yoldaş kesildi de yandı-gitti.

    Günler geçip gittiyse, de ki: Geçin gidin, pervamız yok. Sen kal ey dost, temizlikte sana benzer yok.

    Balıktan başka herkes suya kandı, rızkı olmayanın da günü uzadıkça uzadı.

    Ham, pişkin, olgun kişinin hâlini hiç mi, hiç anlayamaz; Öyleyse sözü kısa kesmek gerek vesselâm.

    Mevlana Mesnevi- 6 cilt;indirmek için:http://rapidshare.com/files/28286568…asoer.rar.html

     
    yazarYazar: admin | tarihTarih: 14 Kasım 2010 / 21:49

    Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi (Farsça:مولانا جلال الدین محمد رومی Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī; 30 Eylül 1207de doğmuştur. 17 Aralık 1273te ölmüştür.), İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars[1][2](Bazı araştırmacının iddialarına göre Tacik)[3] şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsüdür. Prenses Gürcü Hatunla yakın dosttur. Hatta Mevlana portresini ve Mevlana Türbesini ilk Gürcü Hatun yaptırmıştır. Bu sayede Bilinen tek bir Mevlana portresi ve yaygınlaşan Mevlana türbeleri bu şekilde ortaya çıkmıştır.

    Mevlânâ bugünkü Afganistan‘da bulunan Belh‘te doğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harzemşahlar hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır.[4] Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir. Babasına Sultânü’l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.[5]

    Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu‘ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu’ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); “Efendimiz” manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled‘in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled’in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin‘in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O’na hizmet etmiştir.

    Babasının ölümüne kadar olan dönem ;

    Harzemşah hükümdarları Bahaeddin Veled‘in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuştu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemşah hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylere (bid’at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş’e şikayet etti. Hükümdar, Razi’yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi’nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled’e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarlarını ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan, anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı “bir yerde iki sultan olmaz” diye karşılayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazırlıklarına başladı, ailesini, kitaplarını, sadık müritlerini yanına alarak ülkeden ayrıldı (1212 ya da 1213).

    • Nişapur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşıladı. Aralarında önemli konuşmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konuşmaları dinliyordu. Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celaleddin’e hediye etti ve yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin’i kastederek, yanındakilere “bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor” dedi. Bahaeddin Veled’e de, “umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır” diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname ‘yi her zaman yanında taşımış, Mesnevisinde Attar’dan ve onun kıssalarından sık sık söz etmiştir).[ 

    Kafile, Bağdat‘ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan’a yöneldi. Hac dönüşü, Şam‘dan Anadolu’ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende’de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin’in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende’de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled’i ve Celaleddin’i Konya’ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı. Altınapa Medresesi‘nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled’e büyük bir saygıyla bağlanıyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231‘de Konya’da öldü ve Selçuklu Sarayı’nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı. Bu mesnevisi de böylece sona ermiş oldu

    Babasının ölümünden sonraki dönem;

    Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin’in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri, vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Konya’daki bu buluşmada genç Celaleddin’i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. ve gösterdiği başarıdan sonra “bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin” dedi (Sultan Veled (Mevlânâ’nın oğlu) ünlü İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında olayı böyle anlatır). Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi’ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya’da hocası Tirmizi’nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı. Hocası artık Kayseri’ye dönmek istiyor, Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incindi. Dönüp Konya’ya geldi ve Celaleddin’e “neden beni bırakmıyorsun?” diye sordu. O da hocasına “neden gitmek istiyorsun?” dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi: “Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz”. Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri’ye gitti ve 1241‘de orada öldü. Celaleddin, Konya’ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki, hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü

    Şems-i Tebrizi

    1244‘te Konya’nın ülü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi: Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı ümi bir şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Hacı Bektaş Veli’nin Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Aradığını Konya’da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin’ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ’yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: “Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?” Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: “Bu nasıl sorudur?” diye kükredi. “O ki peygamberlerin sonuncusudur; O’nun yanında Bayezit’in sözü mü olur?” Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: “Neden Muhammed ‘kalbim paslanır da bu yüzden Rabb’ime günde yetmiş kez istiğfar ederim’ diyor da , Bayezit ‘kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah‘tan başka varlık yok’ diyor; buna ne dersin?” Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: “Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu”. Tebrizli Şems bu yorum karşısında “Allah, Allah” diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O’ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.

    Oradan, birlikte, Mevlânâ’nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub’un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ’nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya’nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems’i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ’ya Kur’an’dan bir ayet okudu. Ayet, “işte bu, sen ile ben’in arasındaki ayrılıktır” anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya’yı terk etti (1245).

    Tebrizli Şems’in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems’i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ’dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems’e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam’da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems’i alıp getirmek üzere acele Şam’a gittiler. Mevlânâ’nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled’in ricalarını kırmadı. Konya’ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ ‘yı Tebrizli Şems’ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ’ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems’e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ’nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi’de vardı.

    Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems “bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek” deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin’in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled’in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü. Tebrizli Şems’in türbesi Hacı Bektaş Dergahı’nda diğer Horasan Alperenlerinin yanındadır.

    Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Şems ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Tebrizli Şems’in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır). Aynı zamanda Mevlânâ o sırada kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb’u seçmişti. Tebrizli Şems’in yokluğunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ’nın gözünde Şems ile özdeşleşiyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kısa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Şems yerine Selahattin’i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karşı duyulan gergin havaya pek aldırmadılar. Selahattin’in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.

    Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin’i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ’dan “bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği” rivayeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin’in cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti.

    Selahattin’in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin’in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ’ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Beraberlikleri Mevlânâ’nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.

    İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı Cheap wedding dresses

    -i Manevi (genellikle yalnız Mesnevi diye anılır) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve “müritler”, dedi, “tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai’nin Hadika (Bahçe) adlı kitabını okuyorlar ya Attar’ın İlahiname ‘sini, Mantık-ut-Tayr ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti.” Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kâğıt uzattı genç dostuna; Mesnevi ‘nin ünlü ilk 18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim.”

    Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini birbirinden çıkan ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273‘te de öldü. Mevlana’nın öldüğü gün olan 17 Aralık, düğün gecesi anlamına gelen ve sevgilisi olan Rabb’ine kavuşma günü olduğu için Şeb-i Arûs olarak anılır

    .

    İlk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya’da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ’nın soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled’in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi’nin torunlarıdır; Melike Hatun torunlarıysa Mevleviler arasında İnas Çelebi olarak anılır.(ahmet nebi tosun)