Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi (Farsça:مولانا جلال الدین محمد رومی Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī; 30 Eylül 1207de doğmuştur. 17 Aralık 1273te ölmüştür.), İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars[1][2](Bazı araştırmacının iddialarına göre Tacik)[3] şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsüdür. Prenses Gürcü Hatunla yakın dosttur. Hatta Mevlana portresini ve Mevlana Türbesini ilk Gürcü Hatun yaptırmıştır. Bu sayede Bilinen tek bir Mevlana portresi ve yaygınlaşan Mevlana türbeleri bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Mevlânâ bugünkü Afganistan‘da bulunan Belh‘te doğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harzemşahlar hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır.[4] Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir. Babasına Sultânü’l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.[5]
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu‘ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu’ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); “Efendimiz” manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled‘in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled’in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin‘in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O’na hizmet etmiştir.
Babasının ölümüne kadar olan dönem ;
Harzemşah hükümdarları Bahaeddin Veled‘in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuştu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemşah hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylere (bid’at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş’e şikayet etti. Hükümdar, Razi’yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi’nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled’e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarlarını ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan, anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı “bir yerde iki sultan olmaz” diye karşılayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazırlıklarına başladı, ailesini, kitaplarını, sadık müritlerini yanına alarak ülkeden ayrıldı (1212 ya da 1213).
- Nişapur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşıladı. Aralarında önemli konuşmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konuşmaları dinliyordu. Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celaleddin’e hediye etti ve yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin’i kastederek, yanındakilere “bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor” dedi. Bahaeddin Veled’e de, “umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır” diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname ‘yi her zaman yanında taşımış, Mesnevi‘sinde Attar’dan ve onun kıssalarından sık sık söz etmiştir).[
Kafile, Bağdat‘ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan’a yöneldi. Hac dönüşü, Şam‘dan Anadolu’ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende’de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin’in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende’de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled’i ve Celaleddin’i Konya’ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı. Altınapa Medresesi‘nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled’e büyük bir saygıyla bağlanıyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231‘de Konya’da öldü ve Selçuklu Sarayı’nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı. Bu mesnevisi de böylece sona ermiş oldu
Babasının ölümünden sonraki dönem;
Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin’in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri, vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Konya’daki bu buluşmada genç Celaleddin’i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. ve gösterdiği başarıdan sonra “bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin” dedi (Sultan Veled (Mevlânâ’nın oğlu) ünlü İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında olayı böyle anlatır). Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi’ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya’da hocası Tirmizi’nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı. Hocası artık Kayseri’ye dönmek istiyor, Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incindi. Dönüp Konya’ya geldi ve Celaleddin’e “neden beni bırakmıyorsun?” diye sordu. O da hocasına “neden gitmek istiyorsun?” dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi: “Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz”. Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri’ye gitti ve 1241‘de orada öldü. Celaleddin, Konya’ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki, hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü
Şems-i Tebrizi
1244‘te Konya’nın ülü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi: Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı ümi bir şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Hacı Bektaş Veli’nin Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Aradığını Konya’da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin’ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ’yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: “Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?” Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: “Bu nasıl sorudur?” diye kükredi. “O ki peygamberlerin sonuncusudur; O’nun yanında Bayezit’in sözü mü olur?” Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: “Neden Muhammed ‘kalbim paslanır da bu yüzden Rabb’ime günde yetmiş kez istiğfar ederim’ diyor da , Bayezit ‘kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah‘tan başka varlık yok’ diyor; buna ne dersin?” Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: “Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu”. Tebrizli Şems bu yorum karşısında “Allah, Allah” diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O’ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Oradan, birlikte, Mevlânâ’nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub’un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ’nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya’nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems’i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ’ya Kur’an’dan bir ayet okudu. Ayet, “işte bu, sen ile ben’in arasındaki ayrılıktır” anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya’yı terk etti (1245).
Tebrizli Şems’in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems’i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ’dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems’e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam’da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems’i alıp getirmek üzere acele Şam’a gittiler. Mevlânâ’nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled’in ricalarını kırmadı. Konya’ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ ‘yı Tebrizli Şems’ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ’ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems’e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ’nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi’de vardı.
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems “bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek” deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin’in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled’in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü. Tebrizli Şems’in türbesi Hacı Bektaş Dergahı’nda diğer Horasan Alperenlerinin yanındadır.
Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Şems ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Tebrizli Şems’in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır). Aynı zamanda Mevlânâ o sırada kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb’u seçmişti. Tebrizli Şems’in yokluğunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ’nın gözünde Şems ile özdeşleşiyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kısa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Şems yerine Selahattin’i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karşı duyulan gergin havaya pek aldırmadılar. Selahattin’in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.
Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin’i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ’dan “bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği” rivayeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin’in cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti.
Selahattin’in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin’in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ’ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Beraberlikleri Mevlânâ’nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.
İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi-i Manevi (genellikle yalnız Mesnevi diye anılır) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve “müritler”, dedi, “tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai’nin Hadika (Bahçe) adlı kitabını okuyorlar ya Attar’ın İlahiname ‘sini, Mantık-ut-Tayr ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti.” Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kâğıt uzattı genç dostuna; Mesnevi ‘nin ünlü ilk 18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: “Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim.”
Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini birbirinden çıkan ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273‘te de öldü. Mevlana’nın öldüğü gün olan 17 Aralık, düğün gecesi anlamına gelen ve sevgilisi olan Rabb’ine kavuşma günü olduğu için Şeb-i Arûs olarak anılır.
İlk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya’da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ’nın soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled’in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi’nin torunlarıdır; Melike Hatun torunlarıysa Mevleviler arasında İnas Çelebi olarak anılır.(ahmet nebi tosun)
HZ. MEVLANA’NIN HAYATINDAN DERSLER:
Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca talebelerine; “Bugün Mevlânâ’ya gidip onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım ki hiç birisine cevap veremesin.” dedi. Talebeler soru hazırlamaya koyuldular. Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn’in yanında Mevlânâ tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn’in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu. Kâdı talebelerine; “Mevlânâ buraya geldi.” deyince talebeler; “Biz görmedik efendim.” dediler. Bu hâl Kâdı Sirâceddîn’in zihnine takıldı düşüncelere daldı.
Bir saat kadar sonra Mevlânâ tekrar orada göründü. Bunu kâdı ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak için büyük odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım yazılar gördüler. İncelediklerinde Mevlânâ’ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları geniş olarak yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri hayretlerinden dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında besledikleri kötü düşüncelerine pişmân oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ’nın talebesi olmakla şereflendiler.
Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: “Gençliğimde İskenderiyye’ye ticâret için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı kurtulmamız imkânsızdı. Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar. Tövbeler ettiler. Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana kurtulmak için duâ etmemi ricâ ettiler. Konyalı olmam hasebiyle aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ kullarından Mevlânâ geldi. Hemen; “Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum.” diye seslendim. O anda herkesin gözü önünde gelip gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve kayboldu. İskenderiyye’den sonra Konya’ya gittik. Mevlânâ’nın huzûruna çıktığımızda bize; “Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından birine tâbi olanlar dünyâda da âhirette de halâs olup kurtulurlar.” buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ’ya talebe olmakla saâdete kavuştuk.”
Tebrizli bir tüccar ticâret için Konya’ya gelmişti. Konyalı tüccarlara; “Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var onu soracağım.” dedi. Orada bulunanlar Mevlânâ’nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli Mevlânâ’nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ’nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; “Efendim namazımı kılıyor Allahü teâlânın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor kimseye zararım olmuyor. Ancak kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum.” dedi. Mevlânâ şöyle bir murâkabeden sonra: “Ey Tâcir! Sen Magrib’de bir yol üzerinde Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın.” diyerek karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; “Bu huzursuzluğunuzun çâresi de o kimseye gidip ondan özür dileyip affına kavuşmaktır.” buyurdu. Mevlânâ tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; “Muhakkak onu bul hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle.” dedi. Tâcir; “Peki efendim!” deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ’nın selâmını söyledi. Affetmesini hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; “Öyle bir kapıya sığınmışsın öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak.” deyince tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ’yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir o kimseyle vedâlaşıp Konya’ya geldi ve Mevlânâ’nın talebesi oldu.
Mevlânâ her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine; “Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği ameller ibâdetler ile helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli helâlinden yiyip helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz dinlediklerimiz düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara kıyâmet günü yardımcı olur yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler kıyâmet günü bizi göremeyeceklerdir.” buyurdu.
Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara barışmalarını söyledi sonra da; “Allahü teâlâ bâzı insanları su gibi latîf mütevâzî dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu bâzılarını da toprak taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su toprağa karışır meyvelerin büyümesini canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup yerinden kalkmaz ve barışmaz ise sen su gibi tevâzu üzere olup anlaş. Herkes bilir ki iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa Cennet’e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız.” buyurdu. Bunu dinleyen iki küs kimse daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar.
Bir kimse geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ o kimseye; “Eğer sana âzâlarından birini kesip yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?” diye sordu. O da; “Hayır râzı olmam.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; “Ey kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen “Nîmetlerimin kıymetini bilir emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım.” (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.
Mevlânâ bütün işleri ihlâs ile Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu bir misâl ile şöyle izâh ettiler: “Nişâburlu bir ilim talebesi ile bir tüccar yol arkadaşı oldular. Çok fakir olduğundan talebenin ayakkabısı yoktu. Yalın ayak yürürken tüccar bir çift ayakkabı verdi. Sonra tüccar talebeye ikide bir; “Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü… Sivri taşlara basma… Ayaklarını sürüme… Dikenli yerlerden gitme.. Ayakkabıyı eskitme…” diye tembih ediyordu. Bu tenbihler talebeyi usandırdı. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı tüccarın önüne bıraktı ve; “Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için bir şart koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam.” dedi. İşte burada olduğu gibi yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur.
Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine; “Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip sıkıntılarını giderirler mi?” diye sordular. Mevlânâ de; “Cenâb-ı Hakk’ın evliyâ kulları âhirete intikâl ettiklerinde dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar. Dünyâdaki tasarruf hududlu âhiretteki ise hududsuzdur.” buyurdu. Oradakiler; “Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de ihsân ve merhamet eder misiniz?” deyince Mevlânâ; “Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı verilirse elbette biz de sizlere şefâat ederiz.” buyurdu.
Mevlânâ kendisine vedâlaşmak üzere gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen sevdiklerine; “Kardeşlerim! Aklınız bir servet ve bir makâma bağlı kalmasın. Yalnız kalp gözlerinizin açılmasını düşünün. Birbirlerinizi çok seviniz. Çünkü düşmanlar pusudadır.” buyurdular.
Talebelerinden biri Mevlânâ hazretlerine incir getirmişti. Mevlânâ inciri aldı ve; “Hayli güzel incir fakat kemiği var.” buyurdu ve yere bıraktı. Talebe; “İncirin nasıl kemiği olur?” diye hayret etti ve yavaşça incirleri alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ bir tane alıp yedi ve; “Bu incirin kemiği hiç yoktur.” buyurdular ve incirleri orada bulunanlara dağıtmasını emrettiler.
Herkes bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını sordular. O da; “Vallahi bir dostum vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım. İzni olmaksızın bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım. O da kabûl etti. İşte Mevlânâ bunu kabûl edip iltifâtlarda bulundu.
Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden soruldu. Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: “Bir gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona; “Burada ne yapıyorsun?” dedi. Akrep; “Ben ırmağın öte yanına geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte yanındadır.” diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; “Ne yapıyorsun?” diye sordu. Akrep; “Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur.” dedi. Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı. Akrep de boğulup gitti.” Mevlânâ bundan sonra şu beytleri okudu: “Câhil yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir.” Sonra da; “Ahmağın sevgisi ayının sevgisine benzer. Onun kini sevgi sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir.” buyurdular.
Bir kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip; “Bâzı kimseler mescidde dünyâ lafı ediyor.” diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; “Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid ikincisi ilim meclisi üçüncüsü cenâze dördüncüsü mezarlık beşincisi ezan vakti altıncısı Kur’ân-ı kerîm okunurkendir. Bunların herbirisinin geniş açıklamaları vardır.” buyurdu.
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn aaakâvus Mevlânâ hazretlerini ziyârete gelmişti. Mevlânâ ona gerektiği gibi iltifat etmedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; “Mevlânâ bana nasîhatte bulunsun.” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; “Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.” buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve; “Yâ Rabbî! Mevlânâ bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bana merhâmet et.” dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı.